Son İstasyon “Bir sonraki durakta ineceğim.” Dedi adam. Bir sonraki durağın olmadığını bilen kadın şaşkın baktı gözlerine, “ Kaç istasyon geçtik ki şimdiye kadar? “ Adam: “ Bilmem! “ diyerek gülümsedi… ... Yollarda kar, ilk bıraktığı yerdeki Kadıköy kadar, “ İçten ve samimi gülmeyi unutanların ülkesinden geliyorum, kaç istasyon geçtim ki şimdiye kadar, unuttum. İlk kar; alt geçitlerde titreyen mavi gözlü çocuklara yağdı. Gördüm gözlerinde öfke ve isyanın parıltısında yoksulluğun kaçınılmaz tecavüzünü, Kız çocuk; “ Ben On Dört yaşındayım. Bakma göğüslerimin küçük olduğuna,” diyerek gösterdi fahişeliğin belgesiz beden satış biçimi olduğunu; Yol, su, elektrik, okul, sağlık, güvenli bir gelecek olarak geri gelmeyeceğini Hiç kimse söylememişti ona da belli ki…” Leyla gibi okul sıralarındaki ilk delikli çoraplı aşkım gibi değildi, Tahtaya kalktığımda Sadist İbrahim’ in Kızılcık sopasından korumak için, kitabın konu sayfalarını açıp dayak yemeyi göze alan ve o’nun dayak yemesini engellemek için karşı gelen ve ağzı, burnu kan içinde patlayan ben gibi değildi. Ve özgürlük; Okulda sıralarımıza yazdığımız devrim gülüşlerimizde inancın örtüsündeki yasak sevişmelerimiz hiç değildi. O duraklarda insan sevdiğini incitmek istemezdi, ona bir zarar gelsin istemezdi. Bundan olsa gerek. Okulun iri yapılı, büyük göğüslü kızıyla masturübasyon yapardık ergenlik orgazmlarında. O merak eder miydi nasıl seviştiğimi onla? Bilinen bir gerçeklik vardı sadece; “ İnsan en güzel sevişmeleri, en büyük özlemleri biriktirerek, sevdiğine saklıyordu hayatta.” Kadıköy kıvırcık saçlı rüzgârların eylem gece yarıları gibi, sokaklarda tek tük insan sesleri, Yirmi dört saat servisli, gece sarhoşluğundan sıyrılmak isteyenlerin durak yeri. Tanrıları huzursuz eden sahte aşkların çığlıkları vuruyor ıhlamur kokulu güz başlangıçlarına. Gülüşlere takılıyorum, bazen takılıp düştüğüm, bazen de kalkıp yürüdüğüm, ikircikli gülüşlerine, eski kuşak sevdaların mazi mezecisi eylem adımlarını en nadide formatta yeniden sunuyor hayata. “Rakılar beyaz ve güzel, tıpkı o kadının göğüslerine sulanıp of çeken durak yolcuları gibi.” Ey Hayat; ne de çok sevişmek istiyor seninle, sokaklar caddeler, kaldırımlar, kediler, köpekler ve insanlar ve bil cümle nebatlar… İstanbul’a sabah karları geceden düşüyor, İda'nın tepelerinde bir üşümeyi saklayan fırtınalar geziniyor. Güvertede gece yarısı misafirliklerinde bir duman sarımlık seferlerdeyim. Günü bekleyen kız " Nerdeydiniz kaç gündür, uğramadın?" O' da öyle söylemişti; " Nerde olduğun belli değil, bir gün oradasın, bir gün başka yerde." Önceki O' da; "Gittiğin yerlerden mektuplar yaz" demişti. Yıllar önce keşfedilen kağıt kalemler sanal teknolojiye yenik düşmeden önce. Eski sarı zarflarda bir İstanbul, Kız kulesinden Galata'yı dikizliyor. Üzüm bozması sandıklarda bir başka İstanbul gecenin ayaz vakitleşmesinde asla olmuyor. Uzaklıklarda kesişen gece buluşmalarını düşlüyoruz. Özlemeyi özlemek ve susmak, düş çevirip mehtabı dolaştırmak, beklemek ve beklememek, gitmek ve gitmemek, uzağı yakın kılamadan, yakını uzaklaştırmak… “ Offfffffff ya! Giden gittiği yerde bahtiyarsa, kaldığınla yetin sen. “ “Ben mi söylüyorum bunu şimdi? - Sen söylüyorsun işte, kendi sesini duymuyor musun? Sesimin ulaştığı yerde, gece koyu sevişmelerin Karadeniz kıyılarında bir kente göç ediyorum. Gece ayaz. Bir üşümeklik gelip konuyor avuçlarıma, gülüşümü ıskalıyorum. Hüzün sakatat atığı gibi çörekleniyor. Güvertede ne kadar balık kalmışsa atıl, Martılara sıralıyorum. Çığlıklarında sevinç ve öfke, hızlı olanların kazananların ülkesinde… Gülüşler bu durağı da geçiyor. Bir sigara daha, soluğum İda’nın deli poyrazından geçip gidecek nasıl olsa zamanın bir noktasından süzülen hazlara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yap